22 Temmuz 2015 Çarşamba

ANNE YÜREĞİ

Günbatımına doğru kümeste tavukların cılız çığlıkları işitildi. Öyle gayretle uçmaya yelteniyorlardı ki, küçücük kanatları hızla kalkıp iniyordu. Zavallılar yerden birkaç santim yükseliyor az ileride yere devriliyorlardı. Bazıları o kargaşa içinde birbirlerine çarpıyor, kendi telaşları yüzünden adam akıllı korkuları artıyordu. Kümesin küçücük kapısından iki büklüm; kendi cılız, hali gürbüz bir kadın çıktı. Kırmızı suratındaki ter, birkaç tavuk tüyünü yüzüne yapıştırmıştı. Erkekten farksız, nasırlı elinde beyaz, hareketsiz bir tavuk duruyordu. Belini doğrultup, dikleştiğinde alnındaki küçük beyaz tüyü tek bir hamleyle çekiverdi. Düşen yemenisini başının önüne itti ve omuzlarından sarkan uçlarını asıldı. Bir elinde tavuğu sallandırarak, iştahla evin etrafını dolandı. Üç beş çocuğun barbarcılık oynadığı arka bahçeye vardığında kırmızı yüzü kendi rengini almaya başlamıştı. Tam bir şey söylemek için ağzını araladı ki oğlunu seyretme isteği ona mani oldu. Kadının yüzü, oğlu Ali’ye bakarken bir su gibi parıldadı. Az evvel tavuklarla güreşen, erkek bozması kadının gölgesinden; kırılgan, alımlı, al yanaklı bir köy güzeli çıkıverdi. Hırstan titreyen göz bebeklerini şimdi yaşlar sallandırıyordu. Belli belirsiz bir gülümsemeyle arkasını dönüp yürüdü. Kümese birinin yaklaştığını hisseden tavuklar tekrardan ötmeye başladılar. Kadın kümesin kapısını aralayıp tavuğu içeri saldı.

18 Nisan 2015 Cumartesi

DUA EDİN




lehime okunacak dualara ihtiyacım var.
geçmek bilmez bir vakte esir düşmek, ölüm dejavusundan farksız. şarkıları defa kere dinleyerek cılkını çıkartmak, cümlelerin içini boşaltmak; kendi kendime yaptığım bilinçsiz bir pansuman olsa gerek.
kabul edilebilir gerekçelerin verdiği yetkiye dayanarak, beni iteleyen ve yalnızlaştıran insanlarımın canı sağolsun. görüyorum ki; ben sahip olmadığımı iddia ettiğim devasa beklentilerin altında kaldım.

14 Nisan 2015 Salı

MASKELER



Ayakları yerden kesilenlere hep özenmişimdir. Çoğu zaman belimden aşağısı toprağa gömülü… Cabası; göğüs kafesimde sımsıkı yeşeren bu sarmaşık ömrümü azaltıyor. Ateşim de yüksek. Nefes alıyor değil de buharlanıyor gibiyim. Derimi sürüngenler gibi herhangi bir yerde bırakasım var. Bu cümleleri başı eğik, telaşlı, huzursuz, ağlamaklı kurmuyorum. En kötüsü de bu sanırım. Oysa biz buna alışkınız. 

Sözüm size Türk yazarlar, senaristler ve yönetmenler! 
Hayat kadınları makyajı akmadan da üzgün olabilir. Bir genç sakallı, elinde sigara, öldürücü bir şarkı dinlemeden de aşk acısı çekebilir. Hayat hiç bir zaman kolay algılanabilir olmadı. Bu yüzden; bize hayatı yansıtmayı kafasına koymuş tüm sanatlar çelişkiler ve çatışmalar üzerine kuruludur. Daha fazla birbirimizi kandırmayalım.  

Mesela ben… Hayatı denetleyemiyorum, programlıyamıyorum. Paylaşmak zorunda olduğum bu hayatı yaşamanın uygun yolunu bulamadım. İşte bu kadar yalın ve karmaşık. Sahteliği, niteliksizliği, nankörlüğü benim konum değil. Sadece zorundalığına yetişemiyorum. 

Tam bu sırada aklıma Joseph Campbell'ın meşhur lafı geliyor:İstediğin hayatı yaşayabilmek için planladığın hayattan vazgeçmen gerekir. Sevgili J. Campbell'ın gözden kaçırdığı şu ki; planladığımız hayat -pekala- istediğimiz hayat olabilir. Görüyorsunuz ya, kısır döngüye bulanınca kralı gelse iki cümleyi bir araya getiremiyor. Kitapların dönem dönem yorucu olmasını da -herhalde- buna bağlayabiliriz. Evet, her şeyim parça parça dökülürken eksik hissediyordum. Şimdi bir de okumamak beni hepten hiçleştiriyor. Bu yüzden agresifliğimi mazur görün. 
Bu yazıyı da J. Campbell'a laf yetiştirme gücünü kendimde bulamadığım için bitiriyorum. 

“Bir ömrün ayrıcalığı kim isen o olmaktır.” 

Hadi oradan Joseph sen de…

22 Mart 2015 Pazar

BAYRAM SABAHI

Velhası-l kelam, konumuz bayram.

Bir sabah kapı çaldı ve uyandım. Çocukken böyle tuhaf bir huyum vardı. Kapıyı mutlaka ben açmalıydım. Bir çaba yatağımdan fırlayıp kapıyı açtım. Karşımda beş-altı çocuk, gözleri kocaman bana bakıyorlar. “İyi bayramlar” Bazılarını sokaktan tanıyorum. Üstleri başları bir başka şimdi, fiyakalı… Erkeklerin askıları, kızların balon etekleri var. Saçlar başlar muhteşem. Kırmızılar, maviler, yeşiller… Benim üstümdeyse asırlar boyunca giyilen bir pijama… Sevimsiz geyik desenleri… Bir de sıyrılmış diz kapağıma kadar… E, başta anlamadım. Sonra annem gelip hepsini öptü. “Hey, n’oluyor?” Durum her neyse  ben sevmemiştim. Bir de üstüne -son bir kaç gündür onlarsız uyuyamadığım- şekerlerimi dağıtmaya başladı. “Hayda…Ne bu şimdi?”
"Aptal Ali! Nasıl avuçluyor şekerleri!"
Hiç bir şey olmamış gibi basıp gittiler. Ali sırıtıyor. Ben aptal gibi kaldım. Ne yani, şekerlerimi mi verdin? Bu bayram da neyin nesi? Annem hiç oralı olmadı. O sabah normalden daha farklı bir kahvaltı yaptık. Hissediyordum. Allah’tan sonrasında el öpme, para alma hadiseleri yaşandı da moralim biraz düzeldi.
"Haydi sen de katıl arkadaşlarına şeker topla"
Ne bu ya? Nasıl bir mantık? Hangi arkadaş? Yok, yolunda olmayan bir şeyler var. Ben bir yandan kafayı yiyip bir yandan da elimdeki paraları kırk altıncı kez sayarken Merve geldi. Bayramlaşıldı. Beni almaya gelmiş.
-Murat yoksa sen?
-Tabi, ne var ki?
-Şimdi gidip insanların kapısını mı çalacağız?
-Evet.
-Onlar da şeker verecek?
-Ya evet.

Tam Murat'tan olayın aslını astarını öğrenecektim ki annem geldi. Beni giydirmek için… Ve o muhteşem, sarı ekoseli pantalonla selamlaştık. Helalleştik. Hah, şimdi oldu işte. Baştan desenize… Çok güzel pantalondu. Saçlarım falan da tarandı. Sonra biz çıktık. E, ben biraz yabaniyim tabii. Geriden geriden yürüyorum. Bir kapıyı çaldılar ilk. Kapıyı açan kadın telefonla konuşuyordu. İkimize üçümüze yalandan bir kase tuttu. Ve ben şeker alamadım. Sen misin bana şeker vermeyen! Bağırış, çağırış… Ben gruptan ayrıldım. Arkamdan Murat bağırıyor. Hiç oralı değilim.

Sokaklarda üzgün üzgün yürüyorum, yoluma çıkan taşı tekmeliyorum. Yaşlıca bir adam geldi. "Öp bakalım elimi" Onun eli, benim yüzüm buruşuk tabii…Neyse öptüm. Başladı anlatmaya:

-Bayramlar çocuklar içindir. Böyle tek başına üzgün üzgün gezilmez. Olur mu? Ben senin yaşındayken bayramları iple çekerdim. Bak hele, ne anlatıvereceğim sana. Bir gün, yine bir bayram günü ben fena haylazlık ettim. Anam da bastı tokadı. Amma ne tokat! Bir ağlıyorum ki vay beni susturabilene… Derken bir yaşlı adam geldi. (Gülüyor.) Elime en güzelinden yirmi çikonat alacak para sıkıştırdı. Şeker değil ha! Çikonat!
Ben yine anlamamıştım. Çikonat da neydi? Yaşlı adam sırtımı sıvazladı, başımı okşadı. Sonra elini uzatıp "Öp hele bir daha!"dedi. Hayda… Neyse öptüm. Elinin altından elime -zamanının parasıyla- iki bir milyonluk sıkıştırdı. Sonra da gitti. Bayram ne demek o zaman o adam bana öğretti. Şimdi her şey anlaşılır ve güzeldi.

Demem o ki;böyle bir mazi tasavvuru yapmak huyum değildir.Fakat o yaştaki tüm çocukların bayram sabahı gibi geldin bana.Anlatacak başka bir yol,benzetecek uygun bir mutluluk daha bulamadım.

Tekrar hoşgeldin.Otur şöyle çayını getireyim. Sonra gerisini birlikte bakışıp susarız...

15 Şubat 2015 Pazar

Mavi Kuş








Kan revan içindeki savaş meydanında ateşkes hali iç dünyam. Bu bir tür iç huzuru; ruhla 

zihnin içtenlikle selamlaştığı bir ritüel… Bahsi sık geçen şu olgunluğu ben de tattım. Bir 

sabah gün ışığında katlanınca sevgim… Ve yıldızların yeryüzüne yağdığı o gecede kalbime 

milyonlarca umudun yağdığı an. Duygusu tahmin edebileceğimiz türden bir şey değilmiş.

Ben burdayım ya… Bazen değilim. 

Bazen, “bazen” ile başlayan cümlelerin belirsizliğinde öyle boğuluyorum ki… Boğulmak en 

yavaş ve en acıtıcı ölüm şekliymiş. Bu yüzden ısrarla yaşama derdindeyim. Bu yüzden 

baştan mağlup değil, ezeli savaşçıyım. Bu yüzden durabiliyorum ve bu yüzden uçurtmaları 

hayallere benzetiyorum, gerçeği de rüzgara… Israrla, bu kasırgada sürüklenişimizi talihsiz 

bir rüya varsayıyorum. Yağmuru yine tenzih ediyorum. Benim sağanağım kasırgada 

süpürülmüş olsa dahi, en çok ondaki tevazuya hayran oluyorum. 

Ve biz kalanın hüznüyle iyi anlaşıyoruz. Tarafını seviyorum, tarafından seviliyorum. Apayrı 

şeylerle mutlu oluyor benzer şeylere üzülüyoruz ya daha fazla… İşte bunu fark ettiğimde 

insanları yakınlaştıran şeyin hüzün olduğunu anladım. 
Hüzünle ılık ılık bakışıyoruz, aşka gidiyoruz.

6 Şubat 2015 Cuma

VİŞNE ÇÜRÜĞÜ



Yine bir çarşamba saksılarını toplarken gördüm onu. 

Çocukluk aşkım Zümrüt abla...Toprağını değiştireceğinden 

emindim.

Emin olmanın talihsiz bir hata olduğunu da yine bir 

çarşamba günü öğrenecektim.

İnsan hayatında yerleşik olan tek şey göçün kendisiymiş.


İşte çarşamba’lar bana böyle kahverengi oldu. 

Ben senelerce yerinden kıpırdamayan ve rengi gün aşırı atan eski, beyaz bir sandalyeyi izledim. 

Evin yeni sahipleri balkonda sadece renklilerle yıkanmış zevksiz bir kaç çapıtı sallandırırdı. 

O evde yaşayanları görme fırsatım hiç olmadı. Ama muhakkak kalabalık ve sıkıcıydılar. 

Bir kaç nesli büyütmüş ekşi kokulu bebek tulumları, deliği kumaşından büyük haki yeşili çoraplar, çamaşır suyunun leke bıraktığı kadın entarileri, asker atletleri ve el bezlerinin ömrümü kısalttığına inanırım.

Ve tüm balkonlara vişneçürüğünü çok yakıştırırım.

26 Ocak 2015 Pazartesi



düşündüğüm yerden başlıyorum. gelişigüzel bu halime alışman gerekiyor. yorgunum. kendimle ilgili söyleyebileceğim en yalın gerçek bu sanırım. öncesinde ‘bekliyorum' diyordum çocukca.şimdi aynı çocuk gözlerinin zümrütüne dalgın. uzun zamandır bilmediklerimden bahsetmiyorum. sadece onları öğrenmeye meyil ediyorum. yorgunca duruyorum karşında, sessiz.
bunlar çok uzun zamanlar; -den beri’ler, -e kadar’lar… sabrın sınırını ben de bilmiyorum. zamanıma alışman gerekiyor. burada yelkovanlar akrebi sokuyor. burada zaman duruyor insanlar geçiyor. geçerken birbirlerini eziyorlar, üstüme basıyorlar, çığlıklar atıp, sarı sarı gülüyorlar.
burada kar yağıyor. avuçlarımda biriktiriyorum titreyerek. mosmor bana benzeyen herkes. beyaza duyulan acemi bir umutla, ağızlar açık yukarı bakıyoruz. Gün geceye dönerken yutkunuşlar devleşiyor. nefesler hala sıcak. gidebildiği yere kadar gidiyor. ben senin nefesine karışacağı günü bekliyorum. bekliyorum, burada kar tutmuyor.

5 Ocak 2015 Pazartesi

ArkadAşk




  
   İlişki tüm hayatımıza ilmek ilmek örülen geniş ve kompleks bir ağdır. Nedense; bu ilişki potasına anında ve ısrarla soktuğumuz kavram hep aşk olmuştur. Oysa o potaya en yakışanı kuşkusuz ‘arkadaş’ tır. Bugün dikkat edin; herkes kendiyle aynı fikirde olan insana arkadaşım diyor. Kendine en çok benzeyene… Bu çok düz, narsist ve sağlıksız yapılı bir ilişki. Böyle bir ilişkiyi kişinin hayatına yaydığımızda yaşayacağı herhangi bir değişim birbirine dönüşmekten öteye gitmez. 
Her şeyden önce, kişi kendinde sürekli ve sakin bir değişim yaşamıyorsa buna nasıl razı kalabilir, nasıl tahammül edebilir? İnsan çatışmanın ve değişimin ta kendisi değil midir? Anlamıyorum. Zaten şu sıralar, her yerde -hangi yaş ve cinsiyet grubuna dahil olursa olsun- birbirine benzeyen insanların oluşturduğu arkadaş gruplarına rastlarsınız. Fiziksel ve görsel olarak da dikkatinizi epey çekeceklerdir. 
Bu arkadaşlık meselesindeki asıl keramet yap-boz çıkıntıları gibi beklenmedik boşluklardan ve fazlalardan tamamlanmak değil midir? Aklının yetmediği yerde beynini açacak, kah kızıp kah darılıp insanı doğruya itecek, kendini tam ya da eksiksiz hissetirecek olan arkadaş değil midir? 
Tarih boyunca söylenegelmemiş midir, en beklemediğin anda en büyük zıtlıklardan doğar gerçek arkadaşlık diye…


     Bak, aşk öyle değildir mesela… O insanın doğasında olan bir çekimle sürüklenir gerçeğe… Ne yazık ki; elde edebildiğiniz tek şey de bu ilkel güdüymüş. İşte bu nedenle, şu yüzyılda dönüp dolaşıp kadın erkek ilişkileri üzerine aforizma şovlarındasınız. Her neyse… 

     Bakın, arkadaş mühimdir. Hatta şu dünyadaki en mühim şey…Hayatta sahip olabileceğiniz en nitelikli, en güçlü detaydır. Arkadaş neye denir bunu bir sorgulayın. Sonra arkadaş dediklerinizi… Yoksa siz ısrarla hayatınıza dahil edemediğiniz rolleri sevgililerinize yığıp bu işten yırtmaya mı yelteneceksiniz? Hani şu kadınları ve adamları kalıplara oturtmak meselesi…. Hamur tutmayınca da aşk bizi hep acıtacak mı? 

Hı, anlıyorum.